İlişkiler(Eşcinsellik)
Bu aralar fena bir araştırma içindeyim. Harem yaşantısı, cinsellik kavramı, uygulamaları ve günümüze değişerek nasıl gelmiş, şu anda biz hangi aşamasıyız. Bulduklarımı da sizlerle paylaşmaktayım. Belki bilmek isteyenler vardır düşüncesiyle. Teşekkürler...
Eskiler, Osmanlılardaki eşcinsel metinlerden bahsederken, "Bu iş, adamların sadece dilinde" derlerdi…
Sadece dillerinde olup olmadığını bugün bilemiyoruz ama eşcinsel temalar, Osmanlı cinsellik metinlerinin azımsanmayacak bir bölümünü oluşturur ve bunları görmezlikten gelmek de zordur.
Bu tür ilişkiler, o dönemin şartları içerisinde olağan bir davranış görüntüsü verir. Eşcinsel eğilim, sıradan şairinden divan sahibi şeyhülislamına yani en yüksek düzeydeki din görevlisine, padişahın maiyetindeki besteciden semai kahvelerinde sazını çalarak geçinen müzisyenine, ansiklopedistlerden tasavvuf bilginine kadar, toplumun değişik kesimlerinden gelenlerin yazdıklarında açıkça görülür.
Alışılmış görüntülerden biri, kadının kötülenmesidir. Mesela Sümbülzade Vehbi'ye göre erkek, "Eli kınalı kadınlardan elini çekmelidir, zira kadınlar, erkeğe kanlı gömlek giydirebilirler."
Lamii Çelebi ise, erkeklere "evde kahbe tutmayın" diye nasihat eder:
Seni boyunca altına gark etse
Erkeksen, kahbeyi evinde tutma
Ona da malına da lanet olsun!
Malı da kendisi de mel'un
Fuzuli "Sabah usturasını bilemiş, güneş kılıcını taşa çalıp o ay gibi tellaka bağlılığını göstermiş… Başlar, onun amber kokulu usturasının hareketinden, suyun dalgalanıp kabarcıklar meydana getirmesi gibi neşelenip tertemiz oluyor… Her kılımın ucunda bir baş olsaydı ve sevgilim onları saç gibi doğrasaydı, kanlar döken usturasından yine de kaçmazdım…" sözleriyle, hamamda saç tıraşı yapan bir tellaka övgüler yağdırır.
Divan şiirinin hemen her ünlü adı, bu şekilde mısralarının yer aldığı hammamiyeler düzer ve güzel delikanlıları tasvir ederler.
Erkek sevgilinin şiirde sadece böylesine sembol olarak değil, adıyla, sanıyla geçmesi olağan bir şeydir.
1082 yılında Ziyaroğulları'ndan Emir Keykavus tarafından kaleme alnınan Kabusname sevişmeyi konu olarak işleyen Farsça bir ansiklopedik eserdir. Kabusname'den örnek bir bölüm şöyledir:
"…Yaz olunca avratlara, kışın oğlanlara meylet ki, vücutça sağlam olasın. Zira oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir araya gelirse vücudu bozar. Avrat teni ise soğuktur, kışın iki soğuk, vücudu kurutur…"
Osmanlı eşcinsel metinlerinden bahsedildiğinde, akla ilk gelen isimlerden biri Enderunlu Fazıl Bey'dir.
1759-1810 yılları arasında yaşamış. Dönemin tanınmış bir eşcinseli ve eşcinsel olmakla her zaman, her vesileyle övünmüş. Kadınlardan zevk almadığını devamlı tekrarlamış, eserlerinde hep bu konuyu işlemiş. Maceralarını, duygularını, isteklerini apaçık ve hiçbir şeyin ardına gizlenmeden anlatmış. Üstelik bu açık sözlülüğü, ona ünlü beytini, "Şairiz, şeyn verir şanımıza / Giremez fahişe divanımıza"yı (Şairiz, fahişeler divanımıza giremez, böyle bir şey bize utanç verir) yazdıracak dereceye varmış.
Fazıl'ın, bugün elimizde beş kitabı var: Defter-i Aşk, Hubanname, Zenanname, Çenginame ve Divan. Kitapların geçmişi de, yazarları gibi maceralı. Kimisi yazma olarak elden ele dolaşır, kimisi de basılır ama bazen ahlak dışı bulunarak toplatılır.
Defter-i Aşk'ta şair, başından geçen aşk maceralarını hikaye eder. Saraya alınışını, Enderun'daki bazı delikanlılara aşık olunca kovuluşunu, sefaletini ve bir çingene genciyle olan gönül ilişkisine yer verir.
Hubanname'de, dünyanın çeşitli uluslarına mensup delikanlıların özelliklerini anlatır. Sevgilisi, diğer ülkelerin güzel erkeklerini de öğrenmek istediğini söyler ve Fazıl bu isteği yerine getirmek için kaleme sarılır.
Divan, dini şiirler, devrin büyüklerine övgüler ve yine delikanlılar için yazılmış gazellerle doludur. Fazıl bu şiirlerle kendisine özgü bir tarz yaratır, o güne kadar söylenmeye cesaret edemediği bazı ifadeleri açıkça kullanır.
İSTANBULLU LEZBİYENLER
Zenanname, Hubanname'deki bahsi geçen milletlerin kadınları üzerinedir. Özellikle İstanbul kadınları için yazdıkları, o dönem Osmanlı hayatını gösteren bir ayna gibidir. İstanbul kadınlarını dörde ayırır Fazıl. Dinine bağlı, namazında-abdestinde olanlar, hafif işveliler; fahişeler ve lezbiyenler… Bu kitabı yazmasını da sevgilisi ister. Fazıl, İstanbullu lezbiyenler için şöyle yazmıştır:
"Ey sevgili, eski zaman kadınları arasında olmayan, "sevici zümresi" denilen yeni bir bölük çıktı ortaya. Kadınlara kötü bir hediye bu… Birbirlerine gönül verip aşık olurlar, ilişki vaktinde bile hile yaparlar… Hileleri, zekeri (erkeğin cinsel organını) taklit ederek yapılmış bir alettir. Aletin adını yazamam ama bir bilmeceyle söyleyebilirim… İşte o bilmece: "Nazı bıktırdı beni dildarın" (Fazıl burada, eski harflerden ve aruz vezninden yararlanarak, "yapay erkeklik organı" demek olan zıbık kelimesini şifreyle veriyor.) Bu yola girenler temiz huylu, nazik, ilim-irfan sahibi kadınlardır. Böylesine ilişkiler pek çok oluyorsa da, diğer davranışlara göre kötünün iyisi sayılıyor, birbirleriyle geçinip gidiyorlar…
ÇİNGENELER - ÇENGİLER
Fazıl'ın bir diğer kitabı Çenginame yani "Erkek Dansçılar Kitabı" o dönem İstanbul'unun en ünlü erkek dansçılarını konu alır. Şair, erkeklerin ve erkek sevgililerinin konuşulduğu bir toplulukta çengi denilen dansçılar üzerine yapılan bir tartışmaya tanık olur. Herkes bir başka çengiyi methetmekte, göklere çıkarmakta ama hangisinin en yakışıklı ve en hünerli olduğu hakkında bir türlü karar verememektedirler.
Sonuçta Fazıl'dan hakemlik etmesini ve bu konuda bir kitap yazmasını isterler. O da oturur, Rum, Yahudi, Ermeni, Hırvat ve Çingene milletinden gelme 42 erkek dansçıyı şiirlerle anlattığı Çingenamesi'ni kaleme alır. İşte Çingename'deki düzyazı şeklinde kaleme alınan oyunculardan bazıları:
BÜYÜK AFET denilen güzel YORGAKİ'nin temiz vücudu gümüşe benzer. O edasının, yiğitçe yürüyüşünün dünyada bir benzeri daha yoktur. Görünüşü, hareketleri alemi kendisine bağlar… Aşığın burnuna girse bile, değer.
ANDON, eli ağzına uyan bir dilberdi, naz tahtı üzerine kurulmuş İskender'e benzerdi, iki bin aşığı vardı… Şimdi yüzüne sinekler üşüştü, şirin dudaklarına karıncalar düştü… Meğer güzellik de kuş gibiymiş…
Çengilerin şahı MISIRLI'nın vücudunun uyumu ve boyu eşsizdir. Aslı Yahudi'dir. Raksa girip her tarafını oynatmaya başlayınca, halkı deli eder… Aşıklarını saymakla bitiremezler. Hem çehresi, hem yürüyüşü bir hoştur, şalvarını çözdüğünde daha da hoş olur…
KANARYA aşıkların kuşunu kaldırıyor… Güzeller içinde bir bülbül… Onun yanında bize düşen, mum tutmak…
Osmanlı içindeki edebiyatta bu şekilde vurgulanan cinsellik ve eşcinselliğe bakış açısı genel olarak buyken..2003’ten itibaren Türk edebiyatında nitelik ve nicelik açısından hızla yükselen ve bu yıl da aynı yükselişi, radikal çizgiden uzak olsa da, devam ettiren eşcinsel edebiyatı inceliyoruz.
Kendi tercihlerimize o kadar sıkı sarılmışız, gözümüzü farklılıklara öylesine kapatmışız ki, içinde yaşadığımız an’ın ahlak, etik ve moral değerlerini insanoğlunun tarih sahnesine çıktığı andan başlayarak bütün zamanlara yaymakta, tarihi olguları bugüne göre anlamlandırmakta, tarihi şahsiyetlere geçerliliği bugüne mahsus kimlikler dağıtmakta hiçbir tuhaflık görmüyoruz. İşte bu nedenle tarihin ancak sansürden geçebilen bir yüzü girebiliyor ilgi alanımıza. Haksızlık yapmayalım; ecdadımızın tarihe çaktığı en ufak çividen çırılçıplak şiddet içeren savaş sahnelerine kadar pek çok şey resmi tarih söyleminde uygun gerekçeler ve apaçık bir böbürlenmeyle dile getiriliyor aslında. Atalarımızın mahrem tarihlerini, cinsel hayatlarını kuşatıyor sessizlik. Çünkü o çağların cinselliğinde bugünün ‘sapkın’ bulunup dışlanan tercihleriyle örtüşen pek çok yan var.
Doğrusu 20. yy.’ın ortalarına kadar Batı’da da çok farklı değildi durum; tensel zevklerin yadsınmadığı Antik Çağ’a ait eserlerde kadına ya da oğlana duyulan aşkın aynı doğallıkla ifade edilmesi Batı’da uzun yıllar boyunca şaşkınlıkla ve suskunlukla karşılanmış, hatta kimi Antik Çağ tarihçisi, hayranlık duyduğu Eski Yunan uygarlığına aşağılık bulduğu bu cinsel hayatı yakıştırmakta güçlük çekmişti. Çünkü Batı dünyasının Geç Roma İmparatorluğu’nda kurulup Hıristiyanlıkla birlikte işlemeye başlayan bütün baskı ve dışlama mekanizmaları cinsellik etrafında kurgulanmıştı; bütün bir Ortaçağ boyunca insan bedeni bir ahlaksızlık yuvası, bir günah kaynağı olarak lanetlenmiş, bedenin tüm saygınlığı yok edilmiş, eşcinsellik ve giderek her türden şehvet en büyük günahla özdeşleştirilmişti. Max Weber’e göre Batı’nın yükselişinin hikayesiydi bu.
Cinsel tabuların burjuva devrimleri sırasında eski sistemle birlikte yıkılacağı umut edilebilirdi. Ne var ki, Fransız Devrimi’nin Aydınlanma Çağı libertenlerinin bütün çabalarına rağmen feodalizme ve kiliseye karşı zafer çanlarının çaldığı ilk aylarda yarattığı özgürlük ortamı kalıcı olmadı. Bunun en trajik örneği yaşadığı yıllarda ve ölümünden sonraki uzun yıllar boyunca yapıtlarının kabul edilemezliği üzerinde tüm iktidarların erdemli bir biçimde anlaştıkları Marki De Sade’dı. Sonuçta, etkileri günümüze dek gelecek biçimde, Batı’nın erotizmi bir bilgi alanı olarak görme geleneği Aydınlanma Çağı’nda zirvesine tırmanmış, burjuvazinin üreme tarafından denetlenmeyen her türlü cinselliğe karşı verdiği mücadeleye toplumu aydınlatacağı varsayılan ‘bilim’ de destek çıkmış, ‘aşırılık’lar yasalar kadar ‘bilimsel’ açıdan da yasaklanmıştı. Aydınlanma düşüncesi, Ortaçağ’a ilişkin birçok düşünce tarzını yerle bir ediyor, ancak cinsellik, tıp ve ahlak arasındaki şer ittifakına eski rejim kadar sahip çıkıyordu. Bu düşünce, burjuva bireyin modern destanı olan romanlara da yansıdı.
Fransız Devrimi’nin Sade’ı varsa II.Meşrutiyet’in de Mehmet Rauf’u vardı. Sade ve Oscar Wilde metinlerinden adapte ederek yazdığı romanlarlarında cinsel ihtiyacın beşeri bir açlık olarak ‘meşruiyetini’ ve ‘muhakkaklığını’, hiçbir düzmece ahlak kuralı ile sınırlanamayacağını savundu o. Mehmet Rauf ve arkadaşları batan ‘Kavm - i Lut’a yeniden hayat vermişlerdi. Ancak Fransa’da olduğu gibi İstanbul’da da uzun sürmeyecekti özgürlük günleri. Osmanlı’yı kurtarmak için ahlaka ve dine sarılmayı vaaz eden -içlerinde Mehmet Akif’in de yer aldığı- bir kesim Mehmet Rauf ve arkadaşlarının yazdıklarını ‘edebiyat dışı’, ‘edebiyatı satan’ romanlar olarak teşhir ve neredeyse ihbar ettiler. Sade ve Wilde gibi Mehmet Rauf da mahkeme önüne çıkarılacak, hapis cezasına çarptırılmamakla birlikte ordudan atılarak cezalandırılacaktı.
Fazla mütevazilik "hiçliktir."
Osmanlı Edebiyatı:
HUBANNAME'DEN (ERKEKLER KİTABI) BAZI ÖRNEKLER:
ZENGİBAR (ZENCİ) ERKEKLERİ: Ey gecenin rengi gibi benli, güzelliği gizli olan zencinin genci!.. Yanakları sade de olsa, yüzü tebessüm de etse, aşığın gözü kör olmadıkça öpülmeye layık görülmezler… İsimlerine "Mercan" diyelim, ama onunla birlikte olmayı kim kabullenecek? Sadakatleri meşhur, kahraman, sevimli ve vakurdurlar; isimleri görünüşte değişiktir ama içleri baştan başa cevherdir… Fakat anlayış gözü kör mü acaba? Parlak gündüz ile gece bir mi? Bırak, onları hatırlamasak daha iyi olacak… Geriye kalanları bir tütsü kabına koysak, hepsi amber olur.
HALEP VE URFA ERKEKLERİ: Rüzgarın can verdiği, mutedil bir havası var Halep'in… Hoş yürüyüşlü dilberleri temiz, yanaklarının aynası saf… Ama çocuklarının yüzlerinde bile yara çıkar, erkeklerinin hepsi yaralı…
ANADOLU ERKEKLERİ: Bunlar adetlerine bağlıdır, yaratılışları sırasında aldıkları özelliklerini daima korurlar. Yani ne cilve, ne edalı yürüyüş, ne de kötü söz bilirler… Hepsinin budala yaratılışlı olmasının aslında yüz sebebi var ama çoğu cennetlik. Ham vücutları da pişmemiş, endamları kaba… Yüzü ay gibi bile olsa, cansız bir şekli ne yapayım? Cisminin kabalığı, resmini bile uygunsuz kılıyor…
İSTANBUL ERKEKLERİ: Dünya sanki bir kitap, İstanbul da onun fihristi… Bazen insan harmanı yapıldı burada, bu yüzden her cinsin tohumu var… Bütün dilberlerin bukalemun gibi renk değiştirmesinin sebebi de işte bu. Uykulu tavırlı, edalı, güler yüzlü, tatlı seslidirler… Kadın gibi, bilmem ne gibi kırıtarak yürürler… Nazik boyu ince bir fidanı, yanağı ve yüzü sonbahar yaprağını andırır.
Güzelleri birbirine benzemez, üstelik renkleri de değişiktir ama hepsi naz ve niyaz ehli, aydınlık çehrelidir. Naz ve sitemde üstat, cevir ve cefa etmeye alışıktırlar. Ona Karun kadar mal harcasan, ne kadar sihirler, füsunlar yapsan, ciğerini önüne koysan, bin bir vade ile kucağa gelir ama yine de göğsünü kırar geçirir… Kimi hafız, kimi molla, kimi şair, kimi de seçkinin de seçkini.
RUM ERKEKLERİ: Sanki aleme bir güzellik zerresi düştü, Rum milletine ise güzelliğin kubbesi verildi… Kadını da oğlanı da güzel, her biri birer afet. Yosma yürüyüşlü, şuh edalıdır hepsi… Ermenilerin yumuşaklığına, Yahudilerin miskinliğine onlarda rastlanmaz. Galata meyhanelerindeki çocuklar, en iyi insanı bile yolundan çıkartır…
ERMENİ ERKEKLERİ: Yüzlerinin ifadesi hummalıdır ama güzellikleri Rum gibi olmaz… Nazik huylu Serkis… Vücudu nazik, boyu ince uzun, bacak kılları az ama şehveti kışkırtmıyor… Bedeni vahşi görünüyor… Kılları samur gibi… Karakış için iyi bir güzel; onu kışın kullanmak için sakla… Göğsü bir kıl tarlası, her kılı bir eşek lalesi…
YAHUDİ ERKEKLERİ: Çehreleri ak olur, kırmızı yüzlüleri, esmerleri azdır. Güzellikte ufukların en şuhu bile olsa, başı kel olanı neyleyeyim? İşte Yahudi'nin başı kel, yüzü sarı. Bu, onun soyundan geliyor… Bedeni ve yüzü beyaz… Katı gönüllü, her millete düşman olmuşlar….
ÇİNGENE ERKEKLERİ: Dilberleri hoşça, yüzleri esmerdir… Musiki onlara Allah vergisidir. Hareketleri anlamlı ve ölçülüdür. Sesleri nazik ve gevrek, sözleri şerbetten lezzetlidir. Onlarla gizlice "alışveriş" yapmak mümkündür… Birçok bahaneyle kapıya gelirler…
Türk Edebiyatı:
Eşcinsel edebiyattan bazı örnekler:
1980 ''Fena Halde Leman'' / Attila İlhan
1981 ''Dersaadette Sabah Ezanları'' / Attila İlhan
1984 ''Haco Hanım Vay'' / Attila İlhan
1990 ''Bay Z Düşüncenin Cinselliği'' / Tufan Erbarıştıran
1990 ''Kılavuz'' / Bilge Karasu
1992 ''Leyla ile Şirin'' / Hülya Serap Doğaner
1993 ''Düşlerin Şarkısı Yok'' / Veysel Dikmen
1996 ''Şarlo, Bir Kara Kafa İçin Balad'' / Ahmet Haluk Ünal
1997 ''Cemil Şevket Bey - Aynalı Dolaba İki El Revolver'' / Selim İleri
1998 ''Cahide'' / Aysel Özdemir
1999 ''Romantik Salgın'' / İbrahim Altun
2000 ''Günahsız'' / İbrahim Altun
2000 ''Solmaz Hanım ve Kimsesiz Okurlar İçin'' / Selim İleri
2000 ''Sıvı'' / Turgut Yüksel
2001 ''Hayat Roman'' / Turgut Yüksel
2002 ''Bella'' / Stella Aciman
2002 ''Ben Kendimi Affediyorum Tanrım Ya Sen?'' / Tijen Kino
2002 ''Kilidi Sırlı Anahtar'' / Baki Koşar
2002 ''Travesti Pinokyo'' / Sibel Torunoğlu
2003 ''Kırlangıçların Ömrü'' / Stella Aciman
2003 ''Deniz Kızı'' / Zeynep Aksoy
2003 ''Sığınak'' / Sadık Aslankara
2003 ''Üçüncü Tekil Şahıs'' / Mehmet Bilal
2003 ''Zarife'' / Deniz Kavukçuoğlu
2003 ''Kurtlu Elma Şekeri'' / Pınar Orhan Küzeci
2003 ''Şimdilik Kadın'' / Emine Saraçoğlu
2003 ''Jigolo Cinayetleri'' / Mehmet Murat Somer
2003 ''Peygamber Cinayetleri'' / Mehmet Murat Somer
2003 ''Buse Cinayetleri'' / Mehmet Murat Somer
2003 ''Hergele Âşıklar'' / Niyazi Zorlu
ve küçük bir alıntı. Ne denli gizli anlayan içinde ne kadar açık ifadeler olduğu gayet ortada:
Attila İlhan ~ Fena Halde Leman ~ Renkler
Batı ufkunda, turuncudan bronz yeşiline renk fıskiyeleri, birbirinin içinden fışkırıp, sessiz çağlayanlar oluşturarak, kat kat dökülüyorlar. Çatalkaya, zakkum pembesine çalan havai eflatun. Deniz, körfezin içlerine gelindikçe, erguvan rengi. Açık pencerelerden vuran akşam yeli, geminin perdelerini yapraklandırıyor.
Ayışığının çil gümüş lira aydınlığında, “Le Cormoran” yaldızlı bir rüya teknesi.
Haşhaş pembesi ve mor damarlı bulutların, körfezin batısına kat kat yığılışına dalmışım. Yukarlarda, şiddetli bir rüzgar, onları önüne katmış sürüyor. Şimdi İnciraltı dolaylarındabarut siyahına dönüp kalınlaştırdıysa, birazdan Narlıdere taraflarında tel tel çözerek pirinç sarısına kaydırıyor.
Çeşme’de, herkes uykuya vardıktan sonra, yatının kıç tarafında tek başına oturup geceyi dinleyen Leman Korkut, ne kadar iş kadını olursa olsun, elbette Alsancak’ta taşınmayacak; Deniz Bostanlısı’nın, deniz mi kara mı olduğu kestirilemeyen bu yöresinde, bulutlara, martılara, kanlı kızıl gün batımlarına karışarak yürümeyi seçecekti.
Birden, o yaz gecesi: Çeşme’deki moteldeyim, ayışığının gümüş mavisi yaldızladığı “Le Cormoran”ın kıç güvertesinden, bardağa atılan buzların tınlamasını duyuyor, çakılan çakmağın kaçıncı aydınlığında Leman Korkut’un vahim güzelliğini ilk defa görüyorum.
Derhal sokağa fırladım, jilet grisi bir ayaz çıkmıştı, buz tozu halinde serpilen karı gözlerime dolduruyor, ilk taksiye atladım… Aklım başıma gelince kül esmeri bir gök, bulgur gibi ufalanan ahlaksız bir kar altında, koltuğumda dosyayla yürüyordum Anlamsız ve amaçsız!
Göz kamaştıran bir mavilik etrafı sarmış, (éblouissant). Bu, hakiki bir elektrik mavisi olup, farz-ı muhal, bulvarda kaynayan orospuların sivri tırnak uçlarından fışkırarak, cam, çerçeve, neon lambası, otomobil, afiş, ne bulursa bulaşıyor. İşte bu mavi hengame ortasında, (dans ce hordel bleu) Ekrem’in ağzı hala mühürlü, bıçaklar açmıyor.
“Şahane” bir Chevrolet ki, yağmurun ve bunalımların hüküm sürdüğü o akşam saatined, şimşekler çevik dilleriyle yaladıkça, bahçe kapısının orada, asit yeşili bir masal yaratığı gibi görünüp kayboluyor.
Yoğunluğu her an değişik, durduğu yerde duramayan çarpıcı renkler: Safra yeşili, buz beyazı, edliksiz siyah, ateş kırmızısı, ölü eflatun. Ne kadar çizgi varsa, madde tutsaklığından kurtulmuş, oradan oraya koşuyor. Bence dağınıklıktan, portre izlenimine ulaşabilmek olası mıdır?
Gözleri işkence çığlıkları, ağzı fahişe ağzı, platin yeşili saçları makineyle alınmış, bu kadın ben miyim?
Vırt zırt yer değiştiren oje kızılı aydınlıkla kör karanlık, oturanı, serseme çeviriyordu. Hele benim gibi engin manzaraların ülkesinden gelmiş olursa… Belleğim, kapıp sakladığı görüntüleri pat diye nasıl gözlerime yansıtıyor: Akşamüzeri, batan güneşin pembe yaldıza buladığı başıboş martılar: Mavi, yeşil bir sonsuzluğaağır apır demir alan, dalgın gemi; havai ama baygın kokularıyla, balkon asarılmış hanımelleri…
Kısa, siyah kirpiklerle donatılmış, güzel atmaca gözleri, vahşi yeşil. Bakıştık mı içimi karıştırıyor. Güleç sesi buzlu su gibi serinletici.
Hava, aşk serbest havası.
Gökte incecik, bilenmiş bir hilal, gecenin yeşil ipek dokumasını, akla ziyan bir hızla kesip biçiyor. Yıldızlar bir daha yaklaşmayı denediler, yine olmadı: Koca Seine, sırmalı puslarını ağ gibi germiş, hepsini içinde kaybediyor. Penceremiz açık. Sokakta türlü sesler: Çapkın bir akordeon, radyo çığlıkları, klaksonlar… Hepsi içiçe girip öyle uyumlu birbirine karışıyor ki, kulağımıza kadar ulaşan, dinlemesi hoş bir uğultu. Paris’in damarlarında dolaşan, kanın uğultusu mu?
Şehvet kırmızısı bir aydınlıkta yüzüyorum, hem de nasıl bir yüzmek: elim, kolum, bacağım birbirinden ayrılmış, gövdem dağılmış gibi bir hisle!
Telefonu kapatıyorum. Konuşma bitti. O ne, birini mi boğazladılar? Hayır, kırmızı şehvet aydınlığı olanca şiddetiyle dönüyor.
Sesim onu çarptı, çarptığını hemen söyledi. O ara bakışlarımda kırmızı bir tül mü dalgalandı, ben mi öyle gördüm bilemeyeceğim.
Gözleri o çiniden yapılmış iri böcek bibloları, mavi kılcal damarların oyalı ağı ardında, koyudan açığa çeşitli gri tonları arasında sürekli değişiyorlardı: Bir ara, laciverde çalan akşam grisi; bir ara duman rengi; derinliklerinde, hiç beklenmedik yıldızlı çalkantılar!
Cecile’i gönlümce, sesini ve hareketlerini yok sayıp, öyle seyrediyorum. Onu çaptan düşüren ne varsa elenince, durgun bir su aydınlığı ortasında, çıplak ve uysal, ürkmüş bir ağızdan ibaret kalıyordu, hart diye ısırılacak uzak pembe bir yıldız.
Artık iyice antrasit grisine dönmüş gözleriyle, uzun kızıl kirpiklerinin alevleri arasından, beni süzüyordu.
feci, aslında yok bir yangın tarafından, için için kemirilen; çatırdılarını her taraftan duyduğumuz; hep aynı, morla eflatun arası gece!
İpek tüyleri uzun uzun ve piyano siyahı kedisi, Haydut, sırtını kamburlaştırmış…
Yumuşak bir rüzgar camları okşamaktadır. Yıldız yağmurları beni şaşırtıyor. Hele sabaha karşı ayın, bir mavi ve yeşil çılgınlığı ortasında battığını görmek!
Onu sık sık rüyamda görüyorum. Kışkırtıcı rüzgar bunlar, ayıp: Çırılçıplak göğüsleri dolgun, uçlarından zehir yeşili bir süt kusuyor.
Dumanlı sarışın, hani filmlerde gördüğümüz sarışınlardan, gözkapakları yaldızlı yeşil; ağır takma kirpiklerinin, gölgeleri, hülyalı bakışlarını daha yoğunlaştırıyor, hele hafif aralık buğulu kızıl ağzına bakılırsa, “uluslararası standartlara uygun” bir cep pin-up’ı bu, gerçek bir “vamp”.
Lili’yi bulmalıyım… Işıkları söndürdüm, pencereleri ardına kadar açtım, ışıklı reklamın kömür siyahı ve kan kızılı tokatlarını yiye yiye, kahrımdan, bri kadın gibi ağladım.
Ay meydana çıkınca şafağa kadar sürecek o renk kırımı başlardı; yaldızlı lacivertteen sütlü maviye kadar, mavinin bütün perdelerinde, her şeyin kendini yineleyip durduğu1
Gözyaşlarımın tuzlu tadı ağzıma doluverdi. Gece böcekleri susmuş, bütün köpekler sanki ölmüş: Gecenin kocaman mavi mağarasındayankılanmalar hafifledi.
Parasını verip şöförü savdım, geçerlik duygusunu silen, soğuk ve gri sesi dağıtarak, avluya girdim.
bakışları, değdiği yeri uttuşturan kızıl kora dönmüş.
Paris’in nemli griliniği de, Dragon Sokağı’nın savaş yıllarından kalma köhneliğini de, sırtıma aldım.
Upuzun, ceset mavisi bir kız, yakışıklı ama suratından bönlük akan bir zenci öğrenciyi yiyordu: dişi örümceğin erkeğini yemesi gibi. Köşede otomatik bir bilardo, çevresinde erkek müsveddeleri. Bir bira söyledim, bir cigara yaktım. Neden, neye ulaşmak için, böyle helak oluyordum acaba?
Müşterilerin çoğu zenci, giderilmez aşağılık duygularıyla mutsuz; kadını erkeği, şişe moru güzellikleriyle ışıltılı ve etkileyici. Aralarında platin saçları magnezyum şavkı saçan, Lili gibi tek tük sarışına rastlanıyor; vücutlarını ya da başlarını oynatıverdiler mi, çevrelerine pırıl pırıl ışık zerrecikleri döküyorlar.
…köşk… yağmur sağnaklarının -o uğursuz sonbaharın ilk yağmurları- mavi kırbacı altında inliyordu…
“-…dinle böceğim… hayatta kimse kimseyi anlayamaz, kimse kimsenin yerni tutamaz; aşk dediğimiz, y avahim bir yanlış anlaşılmadır, ya kötü bri hayal kurma tarzı: İki kişinin ikisi de, öbürünün yerine hayal kurmay akalkıştığından, sükut-u hayaller eksik olmaz! Sen ddiğime kulak ver, kendimizden başkasını sevemiyoruz; sevdiğimiz, şahsiyetimizin dışlaştırılmış, bir başkasının üzerinde somutlaştırılmış hayali; o başkası da kendini üçüncü bir şahıs üzerinde dışlaştırır, somutlaştırır: Arada ahenk kurulamaz, nasıl kurulsun, sevdiğimizle sandığımız farklı! Muvaffak bir çift, yalnızlığa tahammülü yüksek iki insan manasını taşır: Çift demek, yanyana iki yalnızlık demek, beraber bile olamamış, kesişmesi zor! Onun için böyle bir hayatı, içine girip kurbanı olmadan yaşayacaksın, yani uzaktan. Uzaktaki, soyut, hemen hemen yok bir şahsı sevmekten güzelini tasavvur edemiyorum. Yakında olmayan sevgili tahayyülde yaşatılır, hayalde yaşamak az evvel açıkladığım kaideye uygun olarak, onu kendine benzetmektir, yanında bulunmayacağından, o buna ne itiraz edebilir, ne müdahale: Sevdiğini, hayalnde değiştirdikçe, kendine benzettikçe daha çok seversin, böylece denge korunmuş olur. Sevmek! Sevmek esasında alıp başını gitmektir, sevgiliden uzaklaşan mutlak aşka yaklaşır, sevdiğini gönlünde kendi bildiğince yeniden yaratarak…”
camlar buğulu, iyi seçemiyorum aramıza gri bir perde çekilmiş, bu da kederimi artırıyor… sevmek alıp başını gitmektir!
…yarabbi ne de maviydi o mel’un gece!
Dumanla beraber, neonların pencereden içeriye boşalan kanlı kızıllığı, gözlerimizi kamaştırdı: Karanlık basmış bile. Ne çabuk?
Yaldızlı mor ve vişneçürüğü alaşımı bir gece, sağlıksız bir gerilimle çatırdıyor, etrafa kükürt ve amonyak kokuları salıveriyordu.
(Soytarılıktan farksız, evet; gülünç d, kabul; çarkın dişlilerine kapılındı mı, başka ne yapılabilir ki?)
Ben süslenip püslenip, öyle gitmeyi uygun görmüştüm. O da süslenmiş beni bekliyor; saçları, siyah kehribar ışıltılarıyla çıplak süt mavisi omuzlarına dökülmüş. Heyecanlı olduğu sesinin titremesinden belli.
…yağmurun gümüş karanlığı körfezin gırtlağına çökmüş, deniz gittikçe durularak yavaş yavaş ölüyor.
İzmir’in yıldız alacası aydınlığını, balkonumdan seyrederek rakımı içerken, her yudumda bardağı yanıbaşımdaki sehpaya böyle koymuyor muyum? Ne mutluymuşum?
Kalktı gitti. Ardında hoş kokulu, pırıl pırıl, laciverde çalar bir iz; iki saat sonra bile, bana İzmir’de bana onunla paylaşılacak bir hayatın hayalini kurduran; uzun uzun, ne yumuşak, ne ilginç olabileceğini düşündüren, bir etki alanı bıraktı. Ne kadar uğraştımsa kurtulamadım.
Sıcaktan dumanı tüten denizin yüzüne koca koca yıldızlar saçılmış, ortalık ay ışığından gümüş mavisi...
Fazla mütevazilik "hiçliktir."
Bu kaynaklar oldukça başarılı birebir dönemsel araştırmalarım arasında idi fekat bu kaynaklara erişmemiştim paylaşım için teşekkürler. Bir kaç yapıt okuduğumda ise oldukça değişken bir akımın hislerini algılayabildim.
Günümüzde bu ilişki türlerine kaba yaklaşırlarken geçmişte aslında lüks ve ihtişam içinde yaşandığı ve bilincin şimdilerden daha derin olduğu gözlenmekte. Demek ki ilişkilerin geneli anlamında ileriye doğru değil geriye doğru ilerlemekteyiz.
mephisto paylaşım ve emeklerin için teşekkürler. Seni izlemeye devam edeceğim 😀
S.S.K. Emeklisi by_kole
BeLki Sandığın Kadar Ukala, BeLkide Tahmin Edemeyeceğin Kadar Mütevaziyim. Biraz SakLıyım Bazen YasakLıyım. Kimseyi Örnek ALmam. Kimseye Örnek OLmam. Arkama Bakmam. 'AsLa' Demem. 'Keşke'Leri Sevmem !! ELeştiri DinLerim Nasihat DinLemem !!
- 44 Forumlar
- 5,453 Konular
- 75.2 K Gönderiler
- 1 Çevrimiçi
- 9,008 Üyeler